top of page

Makaleler

DoÄŸa Bilimleri Toplum Bilimleri Ayrımı Üzerine

​

Akın Yıldız

 

Felsefenin bilimlerle ilgisinin temelinde temellendirme çabası vardır. Bu temellendirme, bölümleme, kavramlarının açıklanması, yöntem bakımından sorgulanması böylece bilimsel etkinliÄŸin çepeçevre aydınlatılması çabası olarak anlaşılabilir. Platon’dan bugüne kadar felsefenin bir insan bilimi olan tarihe gösterdiÄŸi ilgi, “Tarih felsefesi” kavramı, eski kaynaklarda ilk defa Ä°bn-i Haldun’un Mukaddime’sinde karşımıza çıkar; on dördüncü yüzyılda yazılan Mukaddime, on dokuzuncu yüzyılda bir “baÅŸlangıç yeri” olarak görülür. Daha sonraları Volteir de tarih felsefesi adını kullanmıştı; Volteir’in “tarih felsefesi”, olguların derlenip bir biçimde ortaya konması iÅŸi demeye gelir. Ne var ki, on dokuzuncu yüzyıla kadar sistematik bir araÅŸtırmaya konu olmuÅŸ ve kendine özgü bir yöntemin geliÅŸtirildiÄŸi “tarih felsefesi” etkinliÄŸine rastlamıyoruz. Tarihin sistematik bir incelemeye konu olması ve “tarih felsefesi”nin ortaya çıkması, çoÄŸu defa, Vico’nun Scienza Nuova (: Yeni Bilim)sından baÅŸlatılır: Ancak insan bilimlerinin diÄŸer alanlarına da el atılması ve bu alanların bir bütün olarak çerçevelendirilmesi çabalan için 19.yüzyılı beklemek gerekti. Oysa doÄŸa bilimleri, daha 17. yüzyılın başında felsefi temellendirmenin konusu olmuÅŸtu. Bu tarihte Bacon'dan beri bu bilimlerin temeli ve yöntemi üstüne araÅŸtırmalar yapıla geldi.

 

19 yy. a kadar doÄŸa ve toplum bilimlerinin köklerinde temel farklılıklar olduÄŸu kabul edilmemekteydi.

 

Ä°ki bilim dalının geliÅŸme farklılığı çeÅŸitli faktörlere baÄŸlı olmakla beraber konu alanlarının farklı olması, sosyal bilimlerin toplumların sosyokültürel tarihleriyle, dilleriyle, kimlikleriyle iliÅŸkili olmasına karşılık doÄŸa bilimlerinin doÄŸal çevreyi konu almaları önemli bir faktör olarak düÅŸünülebilir.

 

DoÄŸa bilimlerindekine benzer bir yöntem tarih bilimleri için de söz konusu olabilir mi? Bu soru, tarih felsefesi alanında özellikle 19. Yüzyılın ortalarından baÅŸlayarak bugünlere kadar getirilen bir tartışmaya gönderme yapar. Dilthey (1833-1911) ile birlikte baÅŸlatılan bu tartışma, temele insanı alan tarih bilimlerinin, doÄŸa bilimlerinin yöntemlerinden farklı bir yönteme sahip olması gerektiÄŸi üzerinde temellendirilmiÅŸtir. Bu yüzden tarih bilimlerinin yeni yönteminin ne olması gerektiÄŸine iliÅŸkin çalışmalar, filozofların ağırlıklı konularını oluÅŸturmuÅŸtur. Burada amaç, genellikle, doÄŸa bilimleriyle tarih bilimleri arasındaki farklılığı gözler önüne sermektir.

 

Buna karşılık tarih bilimlerinin amacı ise, tekil kavramlara ulaÅŸmak, her olayı kendi biricikliÄŸi içinde betimlemektir. Bu anlamda bilimler, Windelband (1848-1915) tarafından, yasacı (Nomotetik) bilimler ve betimleyici (Ä°diografık) bilimler diye iki gruba ayırılmışlardır.  Yasacı bilimler, yani doÄŸa bilimleri, kendilerini tekrar eden benzer olayların ortaya çıkışlarının yasalarını saptamaya dönük bilimlerdir. Betimleyici bilimler ise, bu anlamda tarih bilimleri, kendini tekrar etmeyen, bir kez ortaya çıkmış olan olguları, örneÄŸin bir dönemi, bir çağı, bir sanat akımını, bir politik dönemi v.b, betimleyen bilimlerdir. Ä°ÅŸte tarih kendini bir kez tekrar eden olguların bireyselliklerinin kavranması üzerine bir etkinlik olduÄŸu için bir 'yasa' bilimi olamaz. Herhangi bir tarihsel olgunun ortaya çıkış koÅŸullarını tıpkı bir fiziksel olgunun ortaya çıkış koÅŸullarını belirlediÄŸimiz gibi belirleyemeyiz. ÖrneÄŸin tarihsel bir olgu olan herhangi bir savaÅŸ ancak kendi özel koÅŸullarıyla deÄŸerlendirilebilir. Oysa fiziksel bir olgu olan herhangi bir hareket genel bir ilkeye uyumluluÄŸuyla deÄŸerlendirebilir. Bu yüzden tarihin araÅŸtırma yöntemi doÄŸa biliminin yönteminden farklı olmak durumundadır.

 

Dilthey'e göre, Francis Bacon'un ünlü yapıtlarından bu yana, oluÅŸturulan bilgi kuramlarında bilim ile doÄŸa bilimi kavramları özdeÅŸleÅŸtirilmiÅŸtir. Bu nedenle, özellikle pozitivistler, bilim kavramının içeriÄŸini, bilme durumunu doÄŸabilimsel bir uÄŸraşıdan çıkarılmış kavramlara göre belirleyen bir anlayışa göre saptamış ve buradan yola çıkarak da, hangi çabaların bilim adını almaya layık olduÄŸuna karar vermiÅŸlerdir. Buna göre, toplumsal olaylar ya normatif (kural koyucu) disiplinlerin konusu yapılmış ya da yarı bilimsel bir yazıcılık türü sayılan tarihe

 

bırakılmıştır. Elbette, hukuk, politika ve benzeri normatif disiplinler, etik temellere dayalı kurallar oluÅŸturmaları açısından bilim sayılamazlar. Çünkü bilim kural koyucu deÄŸil, tersine kural bulucu bir etkinlik olabilir. Bunun için Dilthey, bilimin yöneldiÄŸi olgular topluluÄŸunu iki gruba ayırmış ve bunlardan doÄŸal olgulara yönelineni doÄŸa bilimi, insan olgularına yönelineni ise tin bilimi olarak adlandırmıştır. Ona göre, Tinsel dünya içinde, insanın kendi eylemlerine koyduÄŸu hedeflere göre oluÅŸan bir deÄŸer, bir yaÅŸama amacı ortaya çıkar. Ä°nsan, bununla, bir nesnel zorunluluklar alanı olarak doÄŸa alanından ayrılıp yine bu doÄŸa ortasında oluÅŸan bir ÅŸey olarak tarih alanına geçer. Bu alanın iÅŸleyiÅŸi doÄŸa alanından farklıdır. Bu alanda, doÄŸa alanında olduÄŸu gibi yasal zorunluluklar yoktur.

 

Rickert, bilim kavramını yalnızca doÄŸa bilimlerini örnek alan bir yasa bilimi olarak anlamanın, Bacon'dan beri bir pozitivist önyargıcılığın ürünü olduÄŸunu belirtir. Oysa, tarih ve doÄŸa bilimleri, temel yöntemsel kabullerinde benzerliklere sahip olsalar da aralarında yine de önemli farklılıklar bulunur. Bunların en belli baÅŸlıcası, özellikle olaylar arasında iliÅŸkiler kurarken, tarih alanında düÅŸgücünün fazlaca yer almasıdır. DüÅŸgücü tarihçinin bütün etkinliklerinde rol oynar. Çünkü tarihçilerin tek kaygısı geçmiÅŸe açıklama getirmek deÄŸil, geçmiÅŸi yeniden kurmaktır. Bu yüzden tarih yasalar bulmak peÅŸinde deÄŸildir. Rickert, tarihi bir yasa bilimi olarak görmek demenin, bir 'contradicüo in ad/ecto**dan baÅŸka bir ÅŸey olmadığını vurgular. Yasa' ve 'tarih' kavramları birbirlerine karşıttırlar. Tarihi, bir yasa bilimi olarak görme yanılgısından kurtulmak gerekir.

 

 

Tarih felsefesi alanı, insanın düÅŸünsel ve ahlaki geliÅŸimini inceleyen bir alanın yani tarih alanının bilim olup olamayacağını araÅŸtıran Vico’nun baÅŸlattığı tartışmayla filozofları, insanın yapıp etmelerinin nasıl bir “bilim” olabileceÄŸi hakkında düÅŸünmeye sevk etti. Tarihin bir bilim olup olmadığı tartışmasıyla birlikte dolayımsız olarak tarihin ne olduÄŸu da tartışılmaya baÅŸlandı. Tarihin bir bilim olarak olanaklı olup olmadığı sorusu, “bilim olma”nın ne olduÄŸuyla doÄŸrudan iliÅŸkilidir ve bu tartışma, pozitivist bir bakış açısı altında baÅŸlamıştır (genel yasalarla iÅŸ görürse bilim olur, aksi durumda deÄŸil). Oysa ki, AntikçaÄŸ’dan buyana tarih alanına iliÅŸkin bilgelere mesafeli durulmaktaydı: bu çağın genel eÄŸilimine göre bilimlerde ancak Nous yoluyla ortaya konan bilgilerle iÅŸ görülürdü ve bu bilgiler de olduklarından baÅŸka türlü olamayanların bilgisiydi; deÄŸiÅŸmeyen, zaman ve mekanda oluÅŸ ve bozuluÅŸa tabi olmayan bilgilerdi bunlar. Nesnesi bir defalık olan ve bir daha tekrarlanamayacak olana iliÅŸkin bilgilerin biliminin olamayacağı düÅŸüncesi, tarihin de gelip geçici ÅŸeyleri obje edinmesi nedeniyle tarih alanında çalışmalar yapılmasını engellemiÅŸti.

Vico’ya göre insan dünyasında deÄŸiÅŸmez yasalara yer yok; insan aklı farklı çaÄŸlarda, farklı biçimlerde iÅŸleyebilir. Vico bu düÅŸüncelerini filoloji metinlerini incelemekle oluÅŸturdu: farklı çaÄŸların eski metinlerinde farklı ÅŸeylerle karşılaÅŸtı; “tarih”e, tarihsel bir bakış açısıyla baktı. Vico’nun “yeni bilim”i insanı bilmeye çalışan bir bilimdi; ahlakı tinsel bilimlerin içine alan bir insan bilimiydi; doÄŸaya yönelmeyen bir bilim. Vico, fizik bilimlerinde ortaya konan ve “kesinlik” taşıdığı iddia edilen bilgilerin karşısına “yaptığımız ya da yarattığımız ÅŸeylerin bilgileri”ni koydu. Böylelikle doÄŸa bilimlerinin karşına tarihi geçirerek tarih alanını da bir inceleme alanı haline getirmeyi baÅŸardı. Böylelikle AntikçaÄŸ’da olanın aksine artık bir bilim olarak görülmeye baÅŸlanan tarihin, geçmiÅŸin ilkeleri ve yasalarını nasıl ortaya koyacağı araÅŸtırılmaya baÅŸlandı. On sekizinci yüzyılda bir bilimin “bilim” olması, o bilimin ortaya ilkeler ve genel yasalar koymasına baÄŸlanıyordu. Moral felsefe de bir bilim olacaksa ÅŸayet, moral alanın iÅŸleyiÅŸine iliÅŸkin ilke ve yasaları ortaya koyacak bir bilim olmalıydı ve tarih felsefeyle uÄŸraÅŸanlar, bu ilke ve genel yasaları nasıl ortaya koyacakları hakkında kafa patlattı:

On sekizinci yüzyılda matematik fizik, on beÅŸ ve on altıncı yüzyılda baÅŸladığı geliÅŸimini tamamlamıştı. Artık astronomi alanında büyük “alt-üst” oluÅŸlar ortaya çıkmıştı. Astronomi alanında matematik fiziÄŸin uygulanmasıyla geleceÄŸe iliÅŸkin “öndeyi”lerde bulunulabileceÄŸi, gezegenlerin yörüngelerinin saptanabileceÄŸi vb. doÄŸa olaylarının önceden kestirilebileceÄŸi düÅŸüncesi filozofların gözlerini kamaÅŸtırıyordu. On sekizinci yüzyıl düÅŸünürleri doÄŸa bilimlerinde geleceÄŸe iliÅŸkin kesine yakın öndeyilerde bulunulabileceÄŸini görüp insan dünyası hakkında da geleceÄŸe iliÅŸkin öndeyilerde bulunulabileceÄŸini düÅŸünmeye baÅŸladı. Böylelikle “insan dünyasında olup bitenleri dert edinen filozoflara, neden yasalara dayanma hakkı vermeyelim” düÅŸüncesi ortaya çıktı; yeter ki bu alanın yasalarının doÄŸa bilimlerininki kadar bir kesinlik taşıyacağı iddia edilmesin ve böyle bir kesinlik aramaya çalışılmasın. Amaç: “insanın gelecekteki yazgısının resmini, kesine yakın bir biçimde çizmek”. Bu amaç doÄŸrultusunda Locke, insan zihninin iÅŸleyiÅŸini incelemiÅŸ, teorik felsefeden moral felsefeye geçiÅŸ yapmıştı. Locke’a göre doÄŸanın ve aklın belirli bir iÅŸleyiÅŸi vardı ve aklın iÅŸleyiÅŸine iliÅŸkin bilgilerimiz olanaksızdı: gören göz, kendini göremez. Locke’a göre akıl iÅŸlerken, onun nasıl iÅŸlediÄŸini gözden geçirmemiz demek, gören gözün kendisini tarihsel olarak gözden geçirmesi demeye geliyordu; bilginin kaynağı, sınırı vb.leri ile “yasa”lar, ancak geçmiÅŸin incelenmesiyle ortaya konabilirdi.

Hume da felsefeyi ikiye ayırmıştı: doÄŸa felsefesi ve moral felsefe. Ancak Hume’da doÄŸa felsefesi ile bilimler arasında bir ayrım yoktu ve doÄŸa felsefesi bilimleri de içeriyordu. Bilimlerde öndeyide bulunma olanağı, astronomi alanında ortaya çıkınca, aynı olanağın moral alanda da ortaya çıkabileceÄŸine inanılmaya baÅŸlandı. Böylelikle Hume, moral alanda insanın düÅŸünsel ve ahlaki geliÅŸimini belirleyen yasalara ulaÅŸmak için insan zihnini incelemeye koyuldu; “insanın doÄŸal yapısı”nı, bir anlamda “doÄŸa”ya benzetti. Kant da, saf doÄŸa bilimi olarak gördüÄŸü astronomiye benzer bir biçimde insanın yapıp etmelerinin de a priori bir biçimde incelenmesiyle oluÅŸturulabilecek bir “tarih” alanı olduÄŸuna inandı; insan doÄŸasına iliÅŸkin bilgileri, a priori olarak türetmek istedi. Bu isteminin temelinde, insan doÄŸası bilimi kurma özlemi yatmaktaydı ve bu bilimin “saf” olması için de kavramlarının a priori olarak türetilmesi gerekmekteydi.

On sekizinci yüzyılda Kant, tarihi ele alırken, “doÄŸa” kavramından hareket etti ve doÄŸanın “gizli bir amacı” olduÄŸunu varsaydı. Kant’a göre doÄŸa, bu gizli amacını gerçekleÅŸtirmek için insanın yetilerle donatmıştı. Tarih de, doÄŸanın bu yetilerinin geliÅŸtirmesinin sergileniÅŸiydi: tarih bu görünümlerin fenomen olarak sergilenmesidir. Fenomenle ilgilenmek demek olan bitenle ilgilenmek demeye gelir. Kant’a göre birincileyin, doÄŸanın gizli amacının gerçekleÅŸmesi süreci olarak tarihin olanaklı olup olmadığını araÅŸtırmak, ikincileyin eÄŸer olanaklı ise bu gizli amacın hangi yasalara dayandığını araÅŸtırmak ve üçüncüleyin de bu yasalara göre tarih yazmak için gerekli kiÅŸilerin yaratılmasını doÄŸaya bırakmak gerekir.

Kant’a göre insan için her ne kadar “irade özgürlüÄŸü”nden bahsedilirse bahsedilsin, insan dünyasındaki yapıp etmeler, sanki hep belirli bir doÄŸa yasasına dayanır. Evliliklerin, doÄŸum ve ölümlerin oranı sanki önceden öngörülmüÅŸ gibidir. Sanki bunlar bireysel irademize dayalı gibi görünse de aslında doÄŸanın gizli planına uygun bir biçimde geliÅŸir. Bu planın ne olduÄŸu üzerinde düÅŸünmeyiz; eÄŸer bu planı bilecek olursak doÄŸanın gizli amacını gerçekleÅŸtirmek için çaba sarf etmeyiz. Bu oranların sabit kalmasını sanki doÄŸa bu ÅŸekilde düzenliyordur. ÖrneÄŸin bizler çocuk sahibi olmayı kendi irademizle seçiyormuÅŸuz gibi düÅŸünürüz; oysa ki doÄŸa, insan türünün doÄŸum ve ölüm oranlarını sabit tutuyor gibidir. Bu durumda da evrensel doÄŸa yasalarını kabul etmek durumunda kalırız. Bu durum aklın özgürlüÄŸünü gerçekleÅŸtirmek istemesi nedeniyle oluyormuÅŸ gibidir. Kant’ın bu düÅŸünceleri ona doÄŸada bir ilerlemenin olduÄŸunu ve bu ilerlemenin de belirli bir ereÄŸe dayandığını düÅŸündürtür. Kant bu ereksellik düÅŸüncesini bir “heuristik araç” (: keÅŸif aracı) olarak kullanır ve baÅŸka ÅŸeyleri de bu araç sayesinde keÅŸfetmeye koyulur. Kant bunların öykülenmesi iÅŸini tarihin görevi olarak görür ve bu düÅŸüncesini Herder’in tarih görüÅŸü doÄŸrultusunda biçimlendirir. Kant’tan sonra Ä°dealist Okul da bu düÅŸüncelerin etkisinde kalır: bu Okul’a göre doÄŸa, insanı akılla donatmakla kendi planını kurmuÅŸ oldu. Ä°nsan bu planı adım adım gerçekleÅŸtirecek. Bu bir süreç içinde gerçekleÅŸecek ve bu süreç içinde hiçbir “rastlantısallık”a yer yok, bu süreç içinde salt düzenli bir ilerleme var ve tarih felsefesi de bu ilerlemeyi belirleyen yasaları araÅŸtırmakla yükümlü; yani olan bitenlerin, neden tam da o ÅŸekilde olup bittiÄŸini araÅŸtırmakla.

Kant’a göre doÄŸa, kendi amacını gerçekleÅŸtirmek için insan türünü birtakım özel yeteneklerle donatmıştır. Aklın kullanımı içgüdüsel bir iÅŸleyiÅŸe dayanmaz ve doÄŸa, insanın mutlu bir yaÅŸam sürdürüp sürdürmediÄŸiyle deÄŸil; mutlu bir yaÅŸam sürdürmeye layık olup olmadığıyla ilgilenir. Ä°nsan türü mutluluÄŸa layık olmak için aklın belirlenimlerinin dışına çıkmamak ve içgüdüleriyle eylememek durumundadır. Aklın doÄŸal yetilerinin kullanıma geçmesi içgüdüler kullanılmadığı için beceri ister ve bu becerinin de çok uzun zamanlar içinde kazanılmış olması gerekir. Bir insan yaÅŸamı aklın bu doÄŸal yetilerinin nasıl kullanılacağını öÄŸrenebilmesine imkan tanıyamayacak kadar kısadır ve kazanılan beceriler bir önceki kuÅŸaktan bir sonrakine aktarılır. Bu noktada yadırganması gereken iki durum vardır: birincisi, bir önceki kuÅŸaklar bir sonrakine bu becerileri aktarırken onların mutluluÄŸa layık olmasına katkı saÄŸladıkları halde kendileri bu mutluluktan pay almazlar ve ikincisi de sonraki kuÅŸaklar bu mutluluÄŸa hazır konarlar.

Kant’a göre insan bir yandan toplum içinde yaÅŸamak ister diÄŸer yandan da etrafında olup bitenleri kendi ben’iyle ilgisinde düÅŸünüp kendi bireyselliÄŸini korumak ister. Bu, toplumdışı toplumsallık, bir antigonizmadır. Bu antigonizma da doÄŸanın gizli amacının gerçekleÅŸmesini saÄŸlayan bir araçtır: insanın doÄŸal yetilerinin geliÅŸmesini saÄŸlayacak en uygun yaÅŸam toplumsal yaÅŸamdır. Ancak insan, toplumsal yaÅŸam içinde “yüzünün silinmesi” tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu tehlike onda çok yüksek türden bir direnç yaratır ve makam-mevki peÅŸinde koÅŸmaya, zengin olmaya, güçlü olmaya vb. çalışır; kendi “yüzünün silinmesi”ne mani olmak için. Bu toplumdışı toplumsallık, bir çatışma ortamı içinde kiÅŸinin kendi doÄŸal yetilerinin geliÅŸmesini saÄŸlar; eÄŸer bir çoban hayatı sürdürecek olsaydı kiÅŸi bu doÄŸal yetilerini geliÅŸtiremez ve doÄŸa da bu gizli amacını gerçekleÅŸtiremezdi. DoÄŸanın gizli amacının gerçekleÅŸmesi için bu çatışma bir araç durumundadır.

 

Böylelikle on sekizinci yüzyıl filozofları insan doÄŸasının yasalarını ararken, tarih disiplinini de oluÅŸturmuÅŸ oldu. Tarihsel ilerleme insanın yapıp etmelerinin yasalarını belirlemekle olanaklı olacaktı ve toplumsal yaÅŸamı bir düzen altına alma düÅŸüncesi Aydınlanma’nın genel istemiydi. Bu disiplinin yönteminin ise ancak on dokuzuncu yüzyılda “tarihsel” olduÄŸu düÅŸüncesi gündeme geldi. On sekizinci yüzyılda tarihin kendisi, tarihsel (:yasaların altında yer alamayacak) bir bakış açısı altında incelenmiyordu: ulaşılmak istenen yasaların tözsel, deÄŸiÅŸmez ve kendini sürekli tekrar eden yasalar olduÄŸu düÅŸünülüyordu. On sekizinci yüzyıl filozofları insanı içinde bulunduÄŸu çaÄŸda dondurup ona kendi çağının “yasa”larını uygulamaya çalışmışlardı: geçmiÅŸin insanlarının kendi çağının insanları olduÄŸuna inanmışlar, bu yasaların evrensel olarak geçerli olduÄŸunu düÅŸünmüÅŸlerdi. Ne var ki on dokuzuncu yüzyılda Hegel’le birlikte tarih alanından sentetik a priori önermelerin çıkamayacağı, bunların ancak tarihsel olarak ortaya konabileceÄŸi düÅŸüncesi genel kabul görmeye baÅŸladı. 

 

On dokuzuncu yüzyılda bir önceki yüzyılın filozoflarının tarih alanına yönelttikleri bakış açısının deÄŸiÅŸmesiyle tarih felsefesi alanında çalışmalar da ivmelendi. Bu yüzyılda ortaya çıkan on sekizinci yüzyıl filozoflarının bilim anlayışından vazgeçmek gerektiÄŸi düÅŸüncesi tarihin ancak tarihsel bir bakış açısıyla obje edinilebileceÄŸi düÅŸüncesinde gelir dayanır. Hegel’le birlikte tarih alanında matematik-fizik gibi bir bilim anlayışı aranmaz; Hegel “insan tarihsel bir varlıktır” düÅŸüncesindedir ve insanın sürekli kendini tekrar eden bir “doÄŸası”nın bulunmadığı savunur. Hegel’de kendi kendisinin bilincine varınca ortaya çıkan tarih aynı zamanda da tarih felsefesidir; tarih geçmiÅŸin olgularını ortaya koymakla yetinmez, bunların neden tam da oldukları gibi oldukları üzerine düÅŸünme iÅŸi demeye gelir. Bu düÅŸünme iÅŸi ikinci dereceden bir düÅŸünme iÅŸlemidir.

 

On sekizinci yüzyıl ve on dokuzuncu yüzyılın tarihe olan bakış açısı arasındaki zıtlık ÅŸöyle bir soruyu gündeme getirir: “Tarih bilgisinin olanağı insan doÄŸasının yasalarının varlığına mı baÄŸlıdır?” Böylelikle bir taraftan insanın deÄŸiÅŸmez bir doÄŸası yok deniyor ve tarihi bir bilim olarak ele almanın yanlış olduÄŸu iddia ediliyor, diÄŸer taraftan da böyle yasaların olduÄŸu iddia ediliyor ama bu ÅŸekilde de tarih yapılamaz deniliyordu. Artık tarihin bir bilim olup olamayacağı ve bir bilim olacaksa ÅŸayet ancak ne ÅŸekilde bir bilim olacağı tartışması, baÅŸka bir boyutta tartışılmaya baÅŸlanacak ve bu tartışma da pozitivistler ile anti-pozitivistler arasında görüÅŸ ayrılıkları yaratacaktı:

bottom of page